Prof. Dr. Selahattin AVŞAROĞLU
Her medeniyet doğal olarak yaşadığı tarihsel süreci, bu süre zarfında insanlık tarihine katmış olduğu değerler çerçevesinde ölçülür ve değerlendirilir. Ortaçağ, insanlık tarihinin iki farklı gelişmişlik düzeyini temsil eden bir tarihsel dönemin adıdır. Biri Kilise otoritesinin belirleyiciliği altında, bilimden oldukça uzak genel olarak Hristiyanların egemen olduğu Batı/Avrupa; diğeri çok farklı inançları bünyesinde barındıran, farklı inanç ve bilim geleneklerinin taşıyıcısı olan doğu toplumlarının egemen olduğu Doğu/Asya. Bu coğrafya insanlığın VII. yüzyılda tanıştığı İslâm her geçen gün gelişerek 16. yy’a kadar istisnasız bütün dünyanın bilim ve düşünce merkezi olmuştur. İslam’la tanışan Asya toplulukları sahip oldukları kültürel zenginliklerini İslam düşüncesiyle sentezleyerek farklı bir medeniyet inşa etmişlerdir.
Doğu toplumları içerisinde inanç, yaşayış ve değerleriyle oldukça farklı bir yere sahip olan Türkler, Ortaçağ’da hayatın hemen bütün alanlarında devrim niteliğinde gelişmelere imza atmıştır. İslam, bilginin ve bilimin öğrenilmesini emreder. Bu nedenle İslam’ı kabul eden toplumlar bu emri yerine getirmek adına en başından eğitim-öğretimi önemsemişler, eğitim öğretimin kurumsallaşmasını sağlamışlardır. Her toplum gibi Türklerin de önceden getirdikleri bilgi edinme ve öğrenme yöntemleri vardı hiç şüphesiz. Ancak islamı kabul eden diğer milletlerden farklı olarak, kendilerine özgü bilgi edinme, öğrenme ve aktarma yöntemleri olan Türkler, dönemin bütün bilgi alanlarında bilgi üretmişler ve eserler vermişlerdir. Inanç esaslarından, hukuka, kelamdan, felsefeye, edebiyattan psikolojiye, matematikten astronomiye kadar hemen her alanda parlak eserler vermişlerdir. Bu bilgi ve bilimlerin üretildiği, eserlerin verildiği bir kurumsal yapı oluşturmuşlardır. Orta çağlar İslam kültür ve medeniyetinin altın çağıdır. Bu altın çağın ortaya çıkmasında şüphesiz medreselerin özel yeri vardır.
Medrese, İslam kültür ve medeniyetinde üretilen değerlerin aktarıldığı kurumlardır. Doğuş yıllarından itibaren bilginin öğrenilmesi ve aktarılmasını şiar edinen İslam, bilgi ve bilimin öğretilmesi ve paylaşılmasını öncelikle mescitlerde, camilerde, ardından özel meclislerde ve nihayet özel bir kurum olarak medreseler ve Bagdad, Ürgenç ve Semerkant gibi önemli bilim merkezlerinde “Darul Hikme”de sağlamıştır.
Semerkant Devlet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Rustam Halmuradov’un 9 Temmuz 2020 tarihinde ‘Yeni Özbekistan’ gazetesinde yayımlanan ‘Samarkand Üniversitesi Uluğ Bey Medresei Aliyesinin Varisidir’ başlıklı makalesinde haklı vurgulandığı gibi, medreseler İslam bilim, kültür ve medeniyetinde üretilen değerlerin yaratıcı kurumlar olup onların şekillenişi ile İslam Dünyası çok büyük çağ atlatmıştır. Medreselerin 11. yüzyılın başlarında Türkistanda, şimdiki Özbekistan topraklarında – onun Semerkant, Buhara, Taşkent gibi şehirlerinde ortaya çıkması ve 13. yüzyılın sonlarına kadar – yani görece yüksek bir hızla – doğudan batıya doğru yayıldığı, günümüz İran’ından ve Mezopotamya’dan geçerek bir yandan kuzeybatı yönünde Anadolu’ya, öte yandan da Mısır ve Fas güzergâhından İberik Yarımadası’na vardığı bellidir. Ortaya çıkışından itibaren astronomik bir hızla genişleyip 100 yıl gibi kısa bir zaman zarfında o dönemin bilinen dünyasının bir ucundan diğer ucuna kadar yayılan İslam toplumunun yapısal ihtiyaçlarını karşılamış ve tüm insanlığı ileri götürmüştür.
771/1370’te Emir Timur tarafından kurulmuş ve 913/1507 yılına kadar onun oğulları ve torunları tarafından devam ettirilmiş ve neredeyse 130 yıldan fazla hakimiyetini sürdüren Timurlular İmparatorluğu İslam medeniyetinde gelişen ilmi-felsefi sürekliliği devam ettiren bir devleti aliye olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette bu imparatorluğun bir bilim merkezi haline getirilmesinde Timur’un büyük bir payı vardır. Gittiği her bölgeden alimleri, tarihçileri, sanatkarları kendi sarayına davet ederek ve onları himaye ederek kısa zamanda ülkesinde ilmi-felsefi sürekliliğin devam ettirilmesini sağlamıştır. Neticede bu süreklilik imparatorluğun önemli şehirlerinden sayılan Semerkand ve Herat’ta iki farklı şekilde gelişmiştir. Bu farklılık o dönemlerdeki devlet yöneticilerinin dünya görüşleri, ilgilendikleri konular, tutunduğu yaşam tarzları ile de yakından alakalıdır. Herat şehri Şahruh ve Baysungur’un teşvikleriyle ehl-i sünnet çizgisindeki dini ilimlerin, edebiyat ve sanat ilimlerinin merkezi haline getirilmişken, Timur tarafından imparatorluğun başkenti olarak seçilen Semerkand’da ise, Timur ve Uluğ Bey döneminde Herat’taki dini ve irfani yönelimlere karşın tabii ve felsefî ilimlerde önemli ve kayda değer gelişmeler yaşanmıştır.
Semerkand, özellikle Uluğ Bey döneminde tabii ilimlerde; ayrıca astronomi ve matematik alanında en doruk noktasına ulaşmıştır. Uluğ Bey’in bizzat kendisinin de bu alanlarda iyi yetişmiş olması, daha çocukluk diyebilecek yaşlarında Meraga Rasathanesini ziyaret etmesi, bilim adamlarının meclislerine katılarak tartışmalara katılması ve alimlere büyük itibarda bulunması kısa zamanda Semerkand’ın Orta çağın en önemli bilim merkezi haline gelmesine neden olmuştur. Neticede Semerkand’da günümüze kadar gelen ve orta çağ İslam dünyasının büyük abidesi olarak bilinen iki önemli ilim ve Fen kurumu; Uluğ Bey Külliyesi ve Semerkand Rasathanesi ortaya çıkmıştır.
Semerkant Medresei aliyelerinin İslam alemi ve insanlık uygarlığının gelişmesindeki yerı ayrıcadır. Buna örnek – Semerkant medreseleri mezunlarının Osmanlı devletinin eğitim kurumlarının gelişmesine kattığı hizmetlerdir.
Bilindiği üzere, ilk Osmanlı medresesi, Orhan Gazi tarafından 1330/1331' de İznik' de yaptınlmış olan Orhaniye medresesidir. Daha sonra öncelikle Bursa’da ve Edirne’de; İstanbul’un fethinden sonra eğitim açısından da bir cazibe merkezi haline gelen İstanbul’da medreseler kurulmuştur. Selçuklu Döneminin kültür merkezlerinden olan Konya gibi diğer şehirler de medreseler vasıtasıyla gerek İslami gerekse tabii bilimler açısından yüksek seviyede bilgi veren ve üreten merkezler haline gelmiştir. Bu medreselerde Anadolu coğrafyasında yetişen âlimler ders verdiği gibi, Türk Dünyasının çeşitli coğrafyalarından gelen âlimler de bilgi birikimlerini bu merkezlere taşımışlardır. 15. Yüzyılda Semerkant da, Türkistan coğrafyasının en önemli kültür merkezlerinden biriydi ve Anadolu’da yetişen âlimlerle, bu coğrafyada yetişen âlimler, Türklüğün batı ucu ile doğu ucu arasında bir kültür köprüsü görevi icra etmekteydiler. Semerkant’ta Uluğ Bey tarafından yetiştirilen bir matematik ve astronomi âlimi olan Ali Kuşçu’nun İstanbul’da; yine bir başka matematik ve astronomi âlimi olan ve Bursa’da doğup Molla Fenarî tarafından yetiştirilen Kadızâde Rumî’nin yani Musa Paşa’nın ise Semerkant’ta Uluğ Bey Rasathanesinde çalışması bu kültür köprülerine örnek olarak zikredilebilir. Bunun dışında, Semerkantlı olmamakla birlikte, eğitimini Semerkant’ta ve Buhara’da almış büyük bir âlim olan, ancak Anadolu’ya geldikten sonra kendisini tamamen irşad işlerine veren Şeyh Ali Semerkandî; önce Bursa’da Çelebi Mehmet Medresesinde daha sonra da İstanbul’da Zeyrek Medresesinde dersler veren Alâeddin Tusî de bu köprünün temel taşlarındandır.
Semerkant, Taşkent ve Buhara medresesinde eğitim görüp ayrıca bu illerdeki ünlü âlim ve şairlerden ders alıp yetiştikten sonra Osmanlı topraklarında bazı şehirlere göç eden şair ve ediplerin Osmanlı dönemi edebiyatına önemli tesirleri, hizmetleri olmuştur. Özbekistan medreselerindeki dinî ağırlıklı eğitimin sonucu, söz konusu şairler genellikle tasavvuf edebiyatına ilgi göstermiş, Nakşibendî tarikatının inanç sistemini sanatlarına yansıtmışlardır.
Özbek kökenli şair ve edipler arasında Emir Sultan (1368-1429), Emir Ahmed (1443-1516), Ahmed İlâhî (15. yüzyıl), Resâ (ö. 1700), Şeydâ (17. yüzyıl), Nâzimâ (ö. 1751) ve Âgâh (ö. 1731/32) en tanınmışlarıdır. Özellikle Emir Sultan ile Emir Ahmed’in Osmanlı tasavvuf edebiyatına büyük hizmetleri görülmüş, takipçileri yetişmiştir.
Osmanlı edebiyatını, ülkeye gelmeden etkileyen en önemli edebî şahsiyet şüphesiz Ali Şîr Nevâî’dir (1441-1501). Ali Şîr Nevâî, Osmanlı edebiyat dünyasında en çok tanınan, eserleri okunan şairlerin başında gelmektedir.
Hulasa, Özbekistanın yüksek eğitim sisteminin, özellikle üniversitelerin derin kökleri Emir Timur ve Timurlular dönemindeki medreselere dayanmaktadır. Bundan yola çıkarak, en eski zamanlardan beri bilim ve medeniyetin ocağı olarak bilinen bu güzel ülkenin eğitim kurumlarının tarihini de o eski çağlardaki medresei aliyeler ile bağlamak lazim. Bu konuyu dünya kamuoyu tarafından kabul edilmesini sağlamak gerekmektedir.
Prof. Dr. Selahattin AVŞAROĞLU
Necmettin Erbakan Üniversitesi / Konya / TÜRKİYE